Tuesday, November 3, 2009

yine küçükken ve ergenken ve biraz daha büyükken gelen o his geldi. hayatta öyle çok herbişeyi sorgulayan bi insan diilim artık. uygun bi tedavi sonrasında, kendi mutluluğumdan başka bişeyleri sorgulamanın pek bi halta yaramadığı sonucuna vardım ve hala vardığım noktadayım. ama kurcalamaktan bıkmadığım bişey var: gitmek ve kalmak.
hayatta bu ikilemde kaldığımda, seçme şansım kalmayana kadar bekliyorum. bazen seçme şansının kalmaması demek, diğer seçeneği kessinlikle ve de asla seçmek istememek demek oluyo. onun dışında, gerçekten seçimi başkasına bırakarak sorumluluktan ve fazla kafa karışıklığından yırtıyorum. size de tavsiye ederim.
ama bu öyle bi durum diyil.
bu benim almanyayla hayat boyu var olmuş olan kavgam.
o da öyle yollarıma güller dökmüyo kaliyim diye ama kalsam bişey demiycek.
şimdi şu var: burası zamanla, hafif bi 'heimat' hissine büründü benim için. özellikle de ilk almanya deneyimlerimin çok küçükken olmasından olsa gerek. yani 'kendimi hiç buraya ait hissetmiyorum' diyemem. ama daha fazlasını da söyleyemem. almanyaya öyle ilanı aşk edemem, yüksek bi yere çıkıp berlini seyretsem, aşağıda gördüğüm, buranın insanlarına karşı bişey hissedemem. istanbulda olduğu gibi manzaraya giren her insana sarılmak isteyemem.
bi yandan buranın artık almanlara ait olmadığının da farkındayım, şu oturmakta olduğum oberholz'ta bilgisayarlarına bakan insanlara bakıyorum da, hiçbiri şu anda berline benden daha çok sahip diiller. ben de hiçbirinden daha çok berlinin sahibi diilim. berlin, değerini bilenin olmuş. ben de kendi içimde -kendimce- berlin'in değerini biliyorum. en azından görüyorum. burda çalan her şarkının buraya başka bi anlam verdiğinin, konuşulan herşeyin insana, sanki tarihin sayfalarına yazılıyomuş hissi verdiğinin farkındayım. evet ortada devrim bekleyen bi kalabalık yok. o yüzden kimse kendini ya da hayatta oluş sebebini pek önemli görmüyor ama berlinde sadece insanlar diil, söylenen her söz ağızdan çıktıktan sonra başka bi şekle bürünüyor. yine de bunların hiçbiri berlinde olmak istememe sebep olmuyor.
ama sonra 'ev' temasına dönüyorum.
ev ne? aile kim? nerde olmaları lazım? ne daha önemli? bi kere yaşayacağım hayatım mı yoksa iş çıkışı nihanla kırıntıda yemek yiyip bira içme özgürlüğü mü?
bu galiba salman rüştü'nün beyanıydı: wizard of oz'un başında dorothy'nin yaşadığı kasaba onu boğmaktadır ama öbür dünyaya (yani technicolor, çok eğlenceli dünyaya) düştüğü andan itibaren tek istediği eve dönmektir. aslında eve dönmek başarısızlığı kabullenmek diil midir?
peki insanın ailesinden ne kadar uzakta olması doğrudur? ne kadar zaman? ben iki gün sonra dönücek olabilirim ama kalma çalışmalarımı sürdürdüğüm şu günlerde kalmanın benim için gerçekten iyi olacağından nası emin olurum? hayatımı hiç istanbuldan çıkmayarak sevdiğim insanların dibinde geçirsem ne farkeder? eğer bunların hiçbiri benim derdim diilse de böyle dertleri olan başka insanlar nası karar veriyolar?

-----

bu arada, öğleden sonra odaya girince kapının altından atılmış bi not bulduk. notta ingilizcesi çok kötü olan pia, evden çıkmam gerektiğini çünkü ev sahibinin problem çıkarttığını söylemeye çalışıyordu. henüz kendisiyle konuşmadım ama zaten bu eve çok bayılmıyorum. şimdi ev bakiim.

No comments:

Post a Comment